Adı Adenya! Namı diğer Meliha Akay. Hem Adenya, hem de kendisiyle konuşmak benim için ayrı bir deneyim oldu. Adenya, yeni çıkacak olan ‘Tibet’in Gece Kraliçesi’ adlı romanında yer alan bir peri kızının adı! Bir karakteri yani… Doğanın mucizelerini ve yaşama dair umutlarını kaleminden hiç eksik etmeden okurlarına aktaran yazar Meliha Akay çok keyifli röportajımızda; “Harflerden önce doğada gördüklerimle alfabe arasında gidip gelerek resimlerle okumaya başlamak, her resme minik hikâyeler uydurmak!…Yıllar sonra gördüm ki; bütün bunlar benim öykücülüğümde belirleyici etkenler olmuş. Gerçeklerden bir kesiti kendi düş dünyama taşıyıp, harmanlayıp, aralarındaki sınırları eritip, algı eksenimde yeniden biçimlendirip kurgulamayı çok seviyorum. En çok önemsediğim gerçeklik duygusunun okura geçmesi” diye konuştu.
Meliha Akay kendisini bize nasıl anlatır? Kendi cümlelerinizden sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Köklerim ve kökenlerim nerede imgesi belirdi ilkin kafamda… Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesi… Lise yılları aynı ilçede geçti. On kilometrelik yolu külüstür minibüsle gidip gelirken, okula, derse yetişme çabasına karşın; pek çok öğrencinin, hatta bazı öğretmenlerin küçümseyen, dışlayan edayla bakışları ve davranışları sadece beni değil, aynı okulu birincilikle bitiren sonra doktor olan arkadaşım gibi pek çoğumuzun belleğine kazınmakla kalmadı, yaşam boyu itici güç oldu! Lâkin; üç öykü kitabımı oluşturan öykülerin hiçbirinde bu yaraya dokunamadığımı da görüyorum! Belki kendiliğinden yazılacaktır! Lise yıllarımda edebiyat öğretmenim Mualla Ekemen, okuma merakımı fark etmiş, beni Rus Edebiyatının klasikleriyle tanıştırmıştı. Sonrasında ilk önerdiği kitap Abdulbaki Gölpınarlı antolojisiydi. Üniversite için artık hedefim belliydi. Lâkin yetmişli yılların sonlarına doğru artan, sokakları kan gölüne çeviren sağ sol çatışması, anarşik olaylar, pek çok ailede olduğu gibi benim ailemde de korku yaratmıştı. Ailem için o sıralarda ortaya çıkan bir ‘kısmet’ ailemin kurtarıcısı; benimse hayallerimin sonu oldu. Liseyi bitirir bitirmez apar topar evlendirildim.
Yazmaya olan tutkunuz nasıl başladı? Kalemi kağıdı elinize alıp yazmaya başladığınız ilk anı hatırlar mısınız?
Yazmaktan öte, yazacağımın işaretlerini ne zaman gördüğümü hatırlıyorum. Doğanın kucağında yaşanmış bir çocukluk, beş yaşında ilkokula başlamış olmanın getirdiği, okuma yazma öğrenmeden önce ‘Canlı Alfabe’nin resimlerini yorumlayarak başlayan hayal kurma becerisi… Harflerden önce doğada gördüklerimle alfabe arasında gidip gelerek resimlerle okumaya başlamak…Her resme minik hikâyeler uydurmak!…Yıllar sonra gördüm ki; bütün bunlar benim öykücülüğümde belirleyici etkenler olmuş. Kasabaları, doğallığını hâlâ yitirmemiş kasaba hayatlarını, zamana meydan okuyan, talana karşı direnen mekânları, saflığını koruyan kasaba insanlarını; koşullar hayatın kıyısına itmeye çalışsa da çığlık atmadan yaşama tutunmaya çabalayan insanlarını taşımışım öykülerime. Ama Ortaokul Türkçe derslerine en sevdiğim şey minik minik öyküler yazmak, arkadaşlarımla paylaşmaktı. Yanlış anlaşılmasın; edebil metinler değildi elbette. Şimdilerde biliyorsunuz sırf popülerlik ve iktisadi bir atılım sağlama uğruna o çağlardaki gençlere kitap yazdırılıyor. Sonra da yok olup gidiyorlar. Yıldızların parlayıp sönmesi gibi.
Sade, yalın ve akıcı yazı dilinizi nasıl edindiniz?
Teşekkür ederim, bunu sıkça duyuyorum. Seviniyorum elbette. Özel bir çabam olmadı. Fakat okumanın etkisini yok sayamayacağım. Vurgulu ve sözcüklerin hakkını vererek konuşabilmek benim bir özelliğim olmalı. Zira ne bir eğitim aldım bu konuda ne de bir kursa katıldım. Zaten sadece kurslara gitmekle kazanılacak bir özellik olduğunu düşünmüyorum.
Hayatınızda en çok iz bırakan kitabınız hangisidir? Neden?
Bunu ayırmak gerçekten güç… Çünkü özellikle yazım sürecinde yaşadıklarımı ayrıca yazsam belki başka bir kitap ortaya çıkacak! Fakat yazarken içimdeki batık gemiye dokunmuşçasına beni acıtan, bir yarayı kanatırcasına, kanırtırcasına belli bir döneme geri dönüp yeniden yaşamak, yapılandırmak beni çok acıtmıştı. ÇİLEKLİK! Bu romanımı yazarken bütün duyularım tekmil birden ön saftaydı adeta. Hatta asla yazamam, dediğimde beni ‘yazacaksınız, yazmalısınız’ diye teşvik eden de yazar dostum M. Sadık Aslankara oldu. Kendilerine teşekkür borçluyum.
Peki, okurlarınız sizi en çok hangi kitabınızla tanıdı?
Elbette öykü kitaplarımla. İlk üç kitabım öyküydü. Sonra roman geldi. Bir edebiyatçının ‘ustalık eserin bu senin’ dediği “Çileklik” romanımla başka bir yöne evrildim. Ya da yörüngem daha çok genişledi. Sonra basının çok ilgi gösterdiği ama kapağını bir türlü içime sindiremediğim romanım Yeryüzü Göçebeleri!! O romanda uyumsuzluklar var, aynı zamanda da zıtlıklar. Bu da dinamizmi artırıyor. Yani tıpkı hayatın içinde olduğu gibi! Okurlarımdan gelen yorumlar da bunu destekler nitelikte. Uyumsuzluklar ve paradoks bu romanın kodu gibi oldu. Dinamik olmasının nedenlerinden biri de bu olsa gerek. İspanya beni çok etkileyen ülkelerden biriydi. Orada bulunmuş başka kişilerle de konuştum, anılarını dinledim. Göçebeliğin parıltılı bir tablosu çıkıyordu karşıma. Bir de İstanbul ve Anadolu Yakası… Ne yazık ki bizim edebiyatımızda çok fazla yer bulmayan Anadolu Yakası… Ayrıca şehre kuşbakışı ve toplumsal bir yapı olarak baktığımda iki sınıf vardı sadece! Evet, batı toplumlarında da bu böyle ne yazık ki. Alt sınıf ve üst sınıf. Ne tuhaftır ki, kentsel dönüşüm adıyla bu iki sınıfın arasındaki uzaklık silindi gitti. Sosyal medyanın payını da unutmamak gerek! Ev değiştirmek istediğim dönemde yazgının melekleri olsa gerek beni romanda yer verdiğim o eve götürdü. Yaşam biçimlerine, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel farklılıklarına onların içine karışarak tanık oldum. Görsel hafıza çok önemli bu kertede. Çünkü o anları, o görüntüleri belleğinizden başka resmedecek bir cihaz yok elinizde. Olsa idi tamamen farklı olurdu. Çünkü kayda geçtiğinizi hissettikleri anda değişip doğallıklarından uzaklaşıyorlar. Yani bir persona durumu. Size tuhaf gelebilir ama film platosu hazırlansa ancak bu kadar olabilirdi. Biliyorsunuz ayrıntıların içinde saklanır sırlar. Gecesi ve gündüzü birbirine tamamen zıt yaşamların hüküm sürdüğü yerler…
Günlük rutininizde genellikle nasıl bir yazma alışkanlığınız var? Peki, nelerden ilham alan bir yazarsınız?
Her gün bilgisayar başında olamasam da, yazım sürecinde o konuyla yatar o konuyla kalkarım. Gündelik yaşamla ilişkim minimum düzeydedir. Zaten önce bütün konu kafamda yazıldığı için masa başına oturduğumda zorlanmam. Eminim ki pek çok yazar böyledir. İlham denebilir mi bilmiyorum ama etkileşim diyorum ben. Bütün duyularıma çarpmış olmalı. Fakat beslendiğim sanat dalları diyorsanız resim ve müzik… Özellikle resim… Kendimi sözcüklerle resim yapıyorum diye nitelemiştim bir röportajımda.
Kitaplarınız çıkış noktasında gerçek yaşam kesitleri mi yoksa kurguya da mı daha çok yer alır?
Her ikisi de. Ama gerçeklikten yola çıktığım kesin. Yazmayı bu yüzden seviyorum belki de. Gerçeklerden bir kesiti kendi düş dünyama taşıyıp, harmanlayıp, aralarındaki sınırları eritip, algı eksenimde yeniden biçimlendirip kurgulamayı çok seviyorum. En çok önemsediğim gerçeklik duygusunun okura geçmesi. Kurmaca bile olsa o yeni bir gerçeklikmiş gibi geçmeli okura.
Yazar olmak isteyen genç kalemlere önerileriniz neler olur?
Kendimi her zaman ‘okur-yazar’ olarak nitelerim. Yani önce okumalılar. Araştırmalılar. Sönmeyen bir ateştir yazma tutkusu. Olumsuzluklar karşısında küsüp vazgeçmemeliler. Şimdiki kuşak daha şanslı. Atölyeler var, kurslar var. Kısa süreli de olsa eğitim alabiliyorlar. Hemen belirtmeliyim ki buralarda sadece teknik bilgileri alırlar. Yol gösterici olur fakat yolunu belirlemez. Çünkü yazmak yetenek gerektirir. Bu da Tanrı vergisidir ve öğretilemez.
Yazarken en çok hangi duygulardan besleniyorsunuz?
Sezgi desem… İç ses desem… Çünkü aklın çözemediğini, aklın göremediği, ulaşamadığı noktaya ancak sezginizle ulaşabilirsiniz.
Her yazarın kitaplarına kendisinden biraz bir şeyler kattığı söylenir. Sizde de öyle mi?
Elbette. Hatta bu konuyla ilgili bir de YouTube kanalım için bir video hazırladım. Bunu en çok Tolstoy, Stendhal, Casanova yapar. Her yazarda kendinden bir parça mutlaka bulursunuz. Kendine benzeyen bir karakter de olabilir. Karakter seçmede zorlanmıyordum. Hayatın içinde, orta yerinde, yalınkılıç durabiliyor olmak insanın kendini bile şaşırtacak kadar kudretli kılıyordu. Özellikle de otelcilik yazarlık yanımı besliyordu öte taraftan. İnsanlık hallerini en yakından görebilme şansım vardı. Pek çok öykümde de konu olarak da, mekân olarak da yer aldı. 2000’li yıllara gelene değin şiirlerim ve öykülerim Varlık, İnsancıl, Mum, Yaşasın Edebiyat gibi dergilerde yayımlandı. Kitap için dosya gönderdiğimde arayıp görüşme için çağırıyorlar, iyi bir kumaşa sahip olduğumu fakat olgunlaşması için biraz daha beklemem gerektiğini söylüyorlardı. Ortak kanı buydu. O ‘biraz’ın bir açıklaması yoktu! Sabır ve sebat karakteristik özelliğimdi. Zaman zaman kendi içimde küsüp kırılsam da yazma tutkumda en ufak bir körelme yoktu. Kitap yayımlanmadan önce Özdemir İnce ile tanışmıştım. Dosyamı aldı, okudu, aradı, yüz yüze konuşmanın daha doğru olacağını düşündüm ve gittim. Tek tek okumuştu, notlar almış, dosya üzerinde gösteriyordu. Yapıcı eleştirilerdi. Ev ödevi verir gibi önerilerde bulundu. Okumam gereken kitapları saydı, yol gösterdi. Hayatım boyunca unutmayacağım, sitayişle hatırlayacağım bir andı, kişiydi. Beş yıl içinde mutlaka yayımlanır demişti. Onun kehaneti miydi, ön görüsü müydü bilmiyorum; beş yıl sonra ilk öykü kitabım Epsilon Yayıncılık tarafından yayımlandı. Yağmura Tutulanlar!
Günümüz teknolojisi ve sosyal medya bir yazar olarak sizi nasıl etkiledi?
Teknoloji baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Hem de korkuturcasına. Bazı düşünürlerin dediği gibi umarım dünyayı uçuruma yuvarlamaz! Modern dünya çaresizlik içinde saçmalığa gömülmüş gibi görünse de insan asla umut kesilecek bir varlık olmamalı. Bütün çabam bu yönde. Toplumca çok farklı bir yerden teker yuvar bambaşka bir topluma dönüştük. Hepimiz için geçerli bu. Kaldı ki yalnız biz değil, dünyanın öteki toplumları da hayli tuhaf, farklı sürüklenme içinde. Ne var ki bizi başkalarının değil kendi yabancılaşmamız ilgilendiriyor beni YERYÜZÜ GÖÇEBELERİ’nde derinlemesine işledim bu konuyu. Bir yandan büyük bir hızla yaşanan değişim, bu yaşanırken ayak uyduramama, çatışma, sonra derinleşen, sınıfsal, ırksal, kültürel, dilsel, dinsel, cinsel, ekonomik, hukuksal vb. uçurum toplumda gerginliği, gerilimi artırıyor. Evet; umudumuzu, ümidimizi yitirmiş olabiliriz ama teknolojiyi eşittir sosyal medyayı insanın yararına olacak biçimde kullanabilirsek yitirdiğimiz her ne varsa yeniden bulacağımıza inanıyorum.
Üretken bir yazar olmayı nasıl başardınız?
Bunun bir reçetesi yok. Bir koşullanma da değil. Hayatın içinde olmak, etkileşim, algıların açık olması, yazma tutkusu beni hep canlı tuttu. Bir de öğrenci olmayı çok sevdim ben. Hep araştırdım, hep bilmediğim ne var diyerek kazı yapar gibi derinlere inmek istedim. Zaten her şeyi yazabilmiş, aydınlatabilmiş değiliz. BUZULLAR VE ÇÖLLER! Oralarda gizli ne çok ayrıntı var. Bunlara ulaşamadıkça her şeyi çözdük, yazdık, tamam diyemeyiz.
Yazma serüveninizde sizce dönüm noktası ne oldu?
Dönüm değilse bile başlangıç noktası diyebilirim. Lise yıllarımda edebiyat öğretmenim Mualla Ekemen, okuma merakımı ve düş gücümü fark etmiş, beni Rus Edebiyatının klasikleriyle tanıştırmıştı. Sonrasında ilk önerdiği kitap Abdulbaki Gölpınarlı antolojisiydi. Üniversite için artık hedefim belliydi.
Kendinizi en başarılı gördüğünüz eseriniz hangisidir?
Buna yanıt vermem hiç doğru olmaz. Keşke yanımızda olsalar da okurlara sorabilsek bunu… Yanıt onlarda çünkü…
Yakında yeni projeleriniz var mı?
Var tabii ki. Hem de bugüne değin Türk Edebiyatı’nda işlenmemiş bir konu. Hatta iki konu var. Ama birisi hazır yayınlanmayı bekliyor. Bu arada mücevher sektöründe yeni bir oluşum var. PIRLANTA TV. Bu firmanın ürünleri için metin yazarlığı yapacağım. Teknolojik gelişmeler bu sektörde de bütün ezberleri ve alışkanlıkları değiştirmiş durumda. Belki okumuşsunuzdur, geçenlerde bir gazetede bir mücevher ustası ile yaptığım röportaj vardı. Değerli taşlardan ötürü bütün ülkeler iletişim halindeler. Hatta bunun en güzel ve en yeni örneği Rus-Türk girişimcilerin ortak projesi olan UVİ Mücevher firması. Şu anda tanınma aşamasındalar. Depremzedelere kitap gönderimi ile ilgili projem için araştırma yaparken tanıdım kendilerini. Mücevher sektöründeki değişimi, dijitalleşmenin getirdiği teknikleri göz önüne alarak hazırlanmış her türlü cihaz. Ve de en özel yanı her kesimin, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel konumu ne olursa olsun bu değerli taşlarla bezenmiş takılara sahip olabilmesi için belli bir sınıfı hedeflemekle kalınmamış. Aslında metin yazarlığını yapacağım firma ile iş birliği yapmaları her ikisinin de büyümesini hızlandırır. Bu arada taşlara ilgi nereden bu denli diye soruyorsun, gözlerinden alt yazı geçiyor! Hemen söyleyeyim. Değerli taşların toprağın altına yüzlerce yılda oluşması bana doğanın mucizelerinden biri gibi gelir. Ve de bir romanımın bölüm başlıklarına bu taşların isimlerini vermiştim! Örneğin Tanzanya’da çıktığı için oranın adını taşıyan Tanzanit! Çok güzeldir.
Sarıyer deyince aklınıza neler geliyor? Okurlarımıza bir mesajınız var mı?
Ahh… Batık gemiye dokunduk galiba. Sarıyer! Büyük umutlarımızın İstinye’deki tepede ters rüzgârların kesiştiği yerde, paramparça olup savrulduğu yer Sarıyer. İstinye sırtlarından denize kadar. Mezarlığından balık pazarına kadar. Hatta tersanesine kadar… Hayal değildi, düş değildi. Bir HAKTI. Ama buraya sığmayacak nedenlerden ötürü hakkımız olan araziyi alamadık! Çok değerliydi. Şimdiki gücüm ve aklım olsaydı kimse beni satışa ikna edemezdi. Bir Osmanlı paşası, bir saray doktoru olan Ali Rıza Paşa’dan benim atalarıma geçen bir korunun hikayesi. 1880’lerden günümüze uzanan bir serüven. 1996 yılında da elimizden çıktı. Adeta satışa zorlandık daha doğrusu. Osmanlı arşivlerinden bütün belgeleri buldum. Fotoğraflarını almama izin verdiler. ÇİLEKLİK!… Bu romanımda mevcut hepsi. Bu yüzden Sarıyer’e, tepelere, özellikle denize ne zaman baksam, ne zaman gözüm dalsa, o paramparça olan umutlarımın kristal parçacıkları gibi parıldadığını görürüm denizde. Göz kırpar bana. İç çektiğimi gördüğü için üzülme, başka yerden gelecek sana, der gibi… Harikaydınız, iyi sarstınız beni! Çok teşekkür ediyorum.
Röportaj: Rukiye Ay