Gazetecilikle başladığı meslek yaşamını yazarlıkla taçlandıran Sinan Akyüz, yazmaya olan tutkusunu “Yazar, okur ile karakter arasında bir empati köprüsüdür. Yazarken ben de gülüyor ve ağlıyorum! Siz bir yazar olarak o empati köprüsünü kurduğunuz zaman okur kitaptaki karakterleri seviyor, benimsiyor. Ayrıca roman yazma sürecini bir tren yolculuğuna benzetiyorum. Arada birçok istasyon var. O istasyonlarda trene inip binenler oluyor ve sonuçta başkarakterlerin lokomotif olduğu bir yolculuk bu. İzninizle şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Roman yazarlığı ölümsüzlüğe açılan bir kapıdır! Yazmak benim nefesim gibidir…” diye anlattı.
Kendi cümleleriyle anlattığında ‘Sinan Akyüz’ kimdir?
Her şeyden önce hümanist biriyim ve insanları seviyorum. Bir yazar olarak Sinan Akyüz’ü var eden okurlarıdır. İmza günlerimde ve karşılaştığım her yerde okurlarıma son derece sıcak davranır ve hal hatırlarını sorarım. İnsan kalbini kırmamak gerek. Okurlar bir romanın yazarını kendi hayal dünyalarında ilahlaştırabilir ama aslında bizi var eden de onların ta kendisi. İnsan psikolojisini anladığınız zaman insana değer veriyorsunuz. Mesela imza günlerimde benimle konuşurken dudağı titreyen okurlarımı gördüğümde, akşamdan o sürece kadar doğru düzgün uyuyamadığını ve kitabını imzalatmak için heyecanla kalkıp geldiğini anlıyorum. Siz ona ilgisiz davrandığınız zaman ‘Ben bu adam için mi uyumadım?’ diyor! Okur ayrımı yapmam ve her zaman şunu söylerim: Toplumun siyasi olarak ayrıştığı bir noktada, kitaplarımı imzalatmaya gelen mini etekli bir genç kızımızla başı kapalı bir genç kızımızı aynı saflarda buluşturuyorum. Okurlarım romanlarımı imzalatmaya geldiklerinde o kuyruk sıralarında birbirleriyle sohbet edip birbirlerini tanıma fırsatı buluyor. Türkiye’de insanların siyasi olarak saflara ayrıldığı bir noktada biz yazarlar birleştiriciyiz, toplumun tutkalıyız.
Gazetecilikten yazarlığa geçiş size neler kattı?
İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü mezunuyum ve uzun yıllar gazetecilik yaptım. Gazeteciliğin bana kattığı çok şey var. Yıllarca Süleyman Demirel, Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Türkan Şoray, Şener Şen, bir mimar, bir ressam, evine ekmek götüremediği için cinnet geçirip karısının boğazını kesen bir hamal, büyük bir aşkla evlenip Beyoğlu Adliyesi’nde boşanan bir karı kocanın serüveni ve daha fazlası bana çok büyük bir zenginlik kattı. Gazetecilik dönemimde tanıdığım insanların özelliklerini şimdi romanlarımdaki karakterlerde kullanıyorum. Çünkü yazar bir karakter yarattığı zaman çevresindeki insanları gözlemliyor ve betimliyor.
Peki, kitap yazma serüveniniz nasıl başladı?
Gazetecilik mesleğim süresince polis-adliye muhabirliği, politika muhabirliği, röportajlar, köşe yazıları devam ederken bir gün bir şeyin farkına vardım. Gazetede yazdığım yazıların suya yazı yazmak gibi “bugün var, yarın yok” olduğunu fark ettim… Ölümsüz değildim! Ölümsüzlüğe açılan bir kapıdan geçmeliydim ve bunun ne olduğunu düşünüyordum. William Shakespeare’in ‘Romeo ve Juliet’ kitabını okurken şunu fark ettim… Bugün Shakespeare’in ölümsüzlüğünün temel kaynağı o kitap ve o kitapta yarattığı karakterler. Romeo ve Juliet ölmeden, Shakespeare’i de öldüremezsiniz. Romanın gücünü o zaman keşfettim! Keşfedince de “ölümsüzlüğün kapısını aralamak istedim ve neden roman yazmayayım” dedim. İyi ki de bu romanları yazmışım… Kitap okumayan insanlara kitap okuma alışkanlığı kazandırdığımı gördüm zaman içinde. Sosyal medyada birçok okurum ‘Sizin sayenizde kitap okumaya başladım’ şeklinde çok güzel paylaşımlar yapıyor. En büyük zenginliğim de bu benim.
Bir yazar için ‘ilk kitaplarında genellikle kendisini anlatır’ derler, bu sizin için de geçerli mi?
Acemilik dönemlerimde tabii ki de oldu… Ama yazmaya başladığım günden bu yana hep raf yazarı olmayı hedefledim. Bir kitapçıda tüm kitaplarımın olduğu bir raf olmasını gözettim. 16 yetişkin ve 4 çocuk kitabı olmak üzere toplam da 20 kitabım var. 20’si birden bir kitapçının rafında olmayabilir ama en azından 5-6 tanesi her kitapçının ‘benim’ dediğim rafında duruyor.
Yaşamın içerisindeki hangi duygu sizi en çok etkiler?
İnsanların gerçek ve yaşanmış hikayeleri beni çok etkiliyor. Zaten o hikayelerden yola çıkarak kitaplarımı yazıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse başta böyle planlamamıştım ama zaman içerisinde ben de kaderci oldum. Hatta artık şöyle bir tezim var: Eğer bir hikaye kendisini yazdırmaya karar vermişse gelip beni buluyor ve yakama yapışıyor! Bu zamana kadar yazdığım bütün kitaplardaki hikayeler böyle oldu ve bu noktada ben de artık kaderciyim. Gelip beni bulan bir hikayeden haberdar olunca huzursuz oluyorum ve hangi ülkede geçerse geçsin valizimi toplayıp, o hikayenin peşine düşüyorum.
Genç yazarlara tavsiyeleriniz neler olur?
Ben bir hikayeyi yazmaya karar verdiğimde o hikayenin geçtiği yerlere gidiyor ve o coğrafyayı araştırıyorum. Ancak ondan sonra yazmaya başlıyorum. Genç yazar arkadaşlara da bilmedikleri bir coğrafyayı ve kültürü yazmamalarını söylüyorum. Bunun en basit örneğini de şöyle açıklıyorum: Diyelim ki benim Bosna’da geçen “İncir Kuşları” kitabımda olduğu gibi Boşnak bir aileye kahvaltı masası hazırladığınızda, o ailenin masasına zeytin koyamazsınız. Çünkü Boşnakların sabah kahvaltısında zeytin yeme gibi alışkanlıkları yoktur. Boşnaklar nasıl bir kahvaltı masası hazırlıyorsa, siz de o kahvaltı masasını aynı şekilde hazırlamak zorundasınız bir yazar olarak. Peki, bunun yazara faydası ne mi? Yazar bu küçük ama önemli ayrıntıyı bildiği zaman ruha ve duyguya odaklanıyor. İşte o zaman yazarın yüreğine geçen o duygu okurun da yüreğine geçiyor. Yazar, okur ile karakter arasında bir empati köprüsüdür. Siz bir yazar olarak o empati köprüsünü iyi kurduğunuz zaman okur karakteri seviyor, içselleştiriyor. Belki de benim kitaplarımın büyülü noktası okura dokunan bu ruhtur, o karakterlerin duygu durumudur. Ben de bu duyguyu okura iyi geçirdiğime inanıyorum.
Peki, etkilendiğiniz bu duygu cümlelerinize nasıl yansıyor?
İnsanoğlu hem sevinci hem de üzüntüyü aynı anda yaşayabilen bir varlık. Ben kitaplarımdaki karakterlerimle daha öncesinde yüz yüze defalarca görüşmüş bir yazarım. Mesela Piruze’nin bana hayatını anlatırken ağladığı, eski mutlu anılarında tebessüm ettiği ya da tüylerinin diken diken olduğu kötü anıları masa başına geçip yazarken sanki karşımda oturmuş da bana yeniden anlatıyormuş gibi hissediyorum. Yazarken ayrıca bir gün öncesinden ertesi günün hazırlığını yaparım. Müziğimi hazırlar, masamın üstüne kâğıt havlumu koyar ve çöp kovamı boşaltırım. Çünkü ben yazarken ağlayan bir yazarım! Her zaman şunu söylüyorum: Bir yazar ağlamadığı ve gülmediği hiçbir şeyi yazmamalı… Okurlarım diyorlar ki “Kitaplarınızı okurken çok ağlıyoruz.” İnanın ben de yazarken çok ağlıyorum! Hatta bazen kendimi o kadar kaptırıyorum ki gözyaşımı silmekten kitabı yazamıyorum… Bence yazdığınız o duyguyu okura veremediğiniz an çok başarısız bir yazarsınız!
Şu ana kadar kaç kitap yazdınız? Yeni projeler yolda mı?
4 çocuk ve 16 yetişkin olmak üzere toplam da 20 kitabım var. Elbette yeni projelerim her zaman var… Bir roman ya da hikaye yazmaya başlamadan önce kendime şu soruyu soruyorum: “Yeryüzünde milyonlarca hikaye var ve ben bu hikayeyi neden yazacağım?” İşte bu sorunun cevabı benim için çok önemli. Sonrasında ise yazacağınız hikayenin dişi olması önemli. Yani hikayeniz doğurgan olmalı ve tıpkı bir lahana gibi katmanları olmalı. Kurguyu yaptığınız zaman dişi ve katmanı olmayan hikayeler belli bir noktadan sonra sizi yarı yolda bırakır. Roman yazma sürecini bir tren yolculuğuna benzetiyorum. Arada birçok istasyon var. O istasyonlarda trene inip binenler oluyor ve sonuçta başkarakterlerin lokomotif olduğu bir yolculuk bu… Eğer yazacağınız hikayenin katmanları olursa, karakterler nereye gideceğini ve yolcuğun nerede biteceğini bilir. Bunu bildiği için de sizi yarı yolda bırakmaz karakterler.
Peki, yazma süreciniz her gün genellikle nasıl ilerler?
Her sabah sekizde kalkıp bilgisayarın başına oturan ama öğleden sonraya kadar tek bir satır dahi yazamayan bir yazarım! Her gün akşama kadar da ancak iki sayfa yazabiliyorum. Benim o sabah uyanıp bilgisayarımın başına yazmak için geçiyor olmamın pek bir şey ifade etmediğini anlamış bir yazarım artık. Çünkü sadece yazarın değil, yazdığınız karakterlerin de sizin gibi uyanması gerekiyor. Ne zaman ki karakterler uyanıp bana ufak ufak fısıldamaya başlıyor, işte o andan sonra hepi topu o iki sayfayı yazabiliyorum.
O halde bir kitabın doğması da uzun zaman alıyor sanırım…
Evet… Günde sadece iki sayfa yazabilen bir yazar olarak uzun zamanımı alıyor bir romanı bitirmek. Bana genelde “İlham nereden geliyor?” diye soruyorlar. Açıkçası hiçbir yerden gelmiyor. Çünkü ben ilhama inanan bir yazar değilim… Biz roman anlatıcıları uzun soluklu bir hikayeyi anlatırız. İlham dediğimiz şey şarkı sözü yazarı ya da şairler için geçerlidir bence. Ben altı yüz sayfalık bir kitabın hangi sayfasında ilhamın gelmesini bekleyebilirim ki? Ben ilhamın aksine yazarlığı disiplin ve sabır işi olarak görüyorum. Yazmak ilham işi değil, disiplin ve sabır işidir…
Edebiyat yaşamınızda nasıl yollardan geçtiniz? Bu süreçte yazma tutkunuzu neler besledi ya da neler köreltti?
Körelten bir şey olmadı. Gazetecilikten gelmenin ve insan tanımanın avantajını yaşadım. Böylece tanıdığım insanlara romanlarımda birer karakter olarak yer verebildim. Yazmanın dışında her zaman iyi bir okur oldum ve eksiklerimi tamamladım. Yazarlık aynı zamanda psikoloji ve sosyolojiyi bilmeyi gerektirir. Eğer insan psikolojisini bilmiyorsanız bir şey yazamazsınız. Karakterlerimi yaratırken onun geçmişine bakıyor ve çocukluğuna kadar iniyorum.
Genellikle ne tür kitaplar okursunuz?
İki tür kitap okuyucusuyum. Birincisi, hızlı okuma tekniğiyle günümüzün çok satan bestseller kitaplarına göz atarım. İkincisi de, elime kalem alıp altını çizerek, mesleğimde bana katkı sağlayabilecek ve ufuk açabilecek kitaplar okurum.
Yazdığınız kitaplarda kendinizi eleştirdiğiniz de olur mu?
Tabii ki… Çünkü hayat sürekli bir devinim içerisinde ve cesedi bile toprağa koyduktan sonra ceset bile değişiyor! Cansız bir varlığın bile değiştiği dünyada elbette bizler de değişiyoruz. 20 yıl önceki benle şimdiki ben çok farklı biri. Bundan 20 yıl sonraki benle de aynı kişi olmayacağım. Geriye dönüp baktığımda binlerce kitap okumuşum. Her okuduğum kitaptaki bir cümle bile beni zaman içerisinde değiştirmiş. Konuşmam değişmiş, bakış açım değişmiş ve ben değişmişim. Bu nedenle tabii ki de 20 yıl önce yazdığım bir kitap çok acemice olmuş diyerek kendimi eleştirmişliğim vardır.
Peki tam bu noktada sizin kendinizi en başarılı gördüğünüz ve okurların da sizi Sinan Akyüz olarak tanıdığı kitap hangisi?
Onu şu anda bilemiyorum! Belki bundan sonra yazacağım eserler bundan önce yazdığım eserlerin çok çok ötesine geçecek. Çünkü hâlâ yazma sürecindeyim. Bir gün dünyadan bedenen göçüp gittiğimde artık ona zaman ve okur karar verecek. Yazdığım bütün kitapların raf kitapları olmasına özen gösteriyorum. Geleceğe hangi kitabım kalacak ya da okur hangi kitabı ön plana çıkaracak göreceğiz. Tabii bugüne kadar yazdığım kitaplar içinde hangisinin bir tık önde olduğunu sorarsanız, İncir Kuşları’nı söyleyebilirim.
Yazarken genellikle nasıl bir ortamda olursunuz?
Yazarlığı Allah’ın sevdiği kullarına bahşettiği bir meslek olarak görüyorum. Yazarlık eşittir yalnızlık! Ama yalnızlık herkesin kaldırabileceği bir ruh durumu değil… Hikayeyi önce yazmaya karar verir, sonra araştırır, kurguyu yapar, karakterleri ortaya çıkarırım… Ve yazma sürecine geçtiğim an ben artık yalnız yaşayan bir insanım! Yazdığım dönemde evimden, eşimden ve çocuklarımdan ayrılır ve hiç kimsenin olmadığı bir odanın içine girip hapsolurum. Sadece zihnimin odacıklarındaki insanlarla yaşıyorum ve onlarla konuşuyorum… Ortalama her 2 ayda bir dışarı çıkıyorum, eşimi ve çocuklarımı görüp ondan sonra tekrar odama kapanıyorum. Yaklaşık 8-9 ay böyle yaşıyorum. O aylarda hiç spor yapmadığım halde 6-7 kilo vermiş oluyorum. Düşünmekten ve o roman karakterleriyle yol almaktan dolayı yemeden, içmeden kesiliyorum âdeta.
Kısacası yazmak için bir bedel ödemiş oluyorsunuz…
Evet… Aslında bu dünyada her şeyin bir bedeli var. Bedelsiz bir şey yok. Bu bedeli ödüyorum ama yalnızlığıma da âşık bir insanım. Yalnızlığı, Allah’ın sevdiği kullarına bahşettiği bir duygu olarak görüyorum.
Yeni çıkan bir kitabı satın alırken sizce okurun dikkatini en çok ne çekiyor?
Yeni iletişim çağında önünüze çıkan kitaplar ya da yazarların dışında klasik olarak baktığınızda kitap ismi çok önemli. Okuru o kitaba ilk yönlendiren şey kitabın ismidir. İkincisi, kitap kapağı çok önemlidir. Okuru çeken çok başarılı kitap kapakları var. Örneğin “Ben Kirke” kitabı bence kapağıyla çok büyük bir okur kitlesi yakaladı. Mitolojik bir kitap olmasına rağmen, mitoloji okumayı sevmeyen insanlar bile o başarılı kapaktan dolayı kitabı aldı. Kitabın arkasında yazan tanıtım yazısı da başka önemli bir unsur. Çünkü oradaki bir cümle okurun yüreğine dokunduğu anda, okur ister istemez kitabı satın alıyor.
Sizce kitaplarınızla okurlara ulaşırken yakaladığınız başarının sırrı nedir?
Yazarın iyi bir hikayeyi yakalayıp yazması, güçlü karakterler yaratması ve yayınevinin pazarlama ağının geniş olması… İşte burada sadece yazara değil aynı zamanda yayınevine de çok iş düşüyor. Okur yeni çıkan bir kitabı tüm kitapçıların raflarında görebilmeli, bulabilmeli. Dolayısıyla bir kitabın başarısı yalnızca bir yazarın başarısı değil aynı zamanda yayınevinin de başarısıdır. Hep şunu söylerim: Kitaplar da insanoğlu gibi kendi kaderiyle doğar.
Yeri sizde özel olan kitabınız hangisidir? Neden?
“Sevmek Zorunda Değilsin Beni” kitabım… Çünkü bu kitap hayat kadınlarının hikayesini anlatıyor ve bilmediğim bir dünyanın kapısını bana araladı bu hikaye. Doğrusu benim de çok yabancı olduğum, hiç bilmediğim bir hayattı o kadınların hikayesi! Onların yaşadıkları şeyler kafama bir türlü oturmuyordu. Anlattıkları yüzüme bir tokat gibi çarpmıştı! Acımasız bir dünyanın kurbanları o kadınlar…
Yazma serüveninizde sizce dönüm noktanız ne oldu?
Gazetede günlük yazı yazmanın kalıcı olmadığını anladığımda mutsuz bir insana dönüştüm. Beni yazarlığa iten şey de bu duygu oldu işte. Bir başka dönüm noktası da “İncir Kuşları” kitabım çıktığı zaman yazarlığın büyüsünü iyice keşfetmem oldu. O kitapla birlikte birçok insanın hayatı değişti. Almanya’da mimarlık okuyan bir kızımız bir gün imza günümde bana “Sizden 1 yıl alacağım var” dedi. Meğerse sınavlara girdiği o günlerde “İncir Kuşları” kitabımı okumuş ve o kadar etkilenmiş ki sınavları geçememiş. Bunları duydukça daha iyi karakterler yaratmak ve daha iyi hikayeler yazmak için çabaladım. Yazdıklarımın okurda bir karşılığı olduğunu gördükten sonra kelimelerimi daha özenerek seçmeye başladım.
Türkiye’deki kitap okuma alışkanlığı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de kitap okuma alışkanlığına dair sözlerimi yıllardır kitap fuarlarında ve imza günlerinde gördüğüm için çok net söyleyebiliyorum artık. Türkiye’de okur, kadın okur! Türkiye’de kadınlar okuyor, maalesef erkek okur ayağımız kırık… Erkeklerin kitap okuma alışkanlığı yok. Kitaba verdikleri parayı gereksiz bir tüketim gibi görüyorlar. İmza günlerimde kadın okurlara isimlerini sorarak kitaplarını imzalıyorum ama erkeklere ise kitabı kime imzalatmak istediklerini soruyorum. Genelde de bu isim bir kadın ismi oluyor.
Kitaplarınızdan dizi ya da film uyarlaması oldu mu? Edebi eser uyarlamalarına nasıl bakıyorsunuz?
Bana zaman zaman teklifler geliyor ama ya onların benden istedikleri çok farklı ya da benim onlardan istediklerim. Bu yüzden bir türlü çekim aşamasına geçemedik. Ama bir gün başarılı bir yönetmen ve iyi bir yapımcıyı bulursam neden olmasın…
“Yazmak” sizin için nasıl bir tutku, bunu nasıl tarif ediyorsunuz?
Yazmak benim nefesim gibidir… Var oluşum, dünyaya tutunuşum ve bu dünyayı anlayışım. Yazdıkça ben nefes alan bir insanım… Yazmaktan büyük keyif alıyorum. Yazmayı Allah’ın sevdiği kullarına verdiği bir yetenek ve bahşettiği bir duygu olarak görüyorum.
İlhamınız kaleminize nasıl yansıyor? Bir çırpıda okunan kitaplarınızı bu kadar sürükleyici kılan şey ne?
Genellikle okurlarım bana şunu söylüyor: “Kitaplarınızı bir çırpıda okuyup bitiriyoruz. Gerçek hayat hikayeleri oldukları için mi?” Ben de onlara “Hayır” diyorum… Benim kurgum kitabı bir çırpıda okuyup bitirme üzerine kurulu. Yani ben bir yazar olarak kurguyu yaptığım zaman bir kapan açarım ve o kapanı sürekli devam ettiririm. Sonra o kapanı kapatmadan yeni yeni kapanlar açarım ve yazmaya böyle devam ederim. Bu sırada okurlarım kendisine sürekli “Acaba ne oldu?” sorusunu soruyor.